Blog

14 Mayıs 2007

Kelebekler Vadisi Gezisi: 20-24 Nisan 2007

Dört aydan beri büyük bir mutlulukla hafta sonu yürüyüşlerine katıldığım GEZGİNDER‘in Fethiye-Kelebekler Vadisinde organize ettiği 3 günlük doğa yürüyüşüne katılacağımız kesinleşince eşim Ceyda ve ben cok mutlu olmuştuk. (Söylemeyi unuttum, Ceyda da hafta sonları Kızılcahaman bölgesindeki yürüyüşlere benimle birlikte coşkuyla katılıyor.) Çünkü bu güne kadar, ancak televizyonda belgesel programlarında izleyebildiğimiz, internette fotoğraflarından tanıdığımız bu güzel yöreyi görebilecektik. Ayrıca, katılmak isteyen çok fazla, kalınacak yer sayısı sınırlıydı. Heyecanlı bir bekleyişten sonra takım kadrosuna alındığımız belli oldu. Bundan sonra Ceyda’nın GEZGİNDER Başkanı Minadiye Hanıma ahiret soruları işkencesi başladı. Kalacağımız yerde yatak çarşafları temiz midir? Bungalovlarda tahta kurusu, hamam böceği, fare gibi evcil hayvanlar bulunur mu? Yanımızda neler götürelim?  vs. vs.  Neyse, şu gerekli, şu gereksiz tartışmalarından sonra 2 sırt çantası ve 2 küçük!! el çantamızla 20 Nisan Cuma akşamı saat 20.00′de yola koyulduk. Grubumuz 30 kişi idi ve çoğu ile hafta sonu yürüyüşlerinden tanışıyorduk. Hepsi çoşku dolu, neşeli insanlardı. Zaten doğayı bu kadar seven insanların olumsuz karakterler olması zordur. Sorunsuz bir yolculuktan sonra Afyon – Burdur – Tefenni – Çavdır üzerinden Fethiye’ye vardık. Son olarak Fethiye’ye yaklaşık 32 yıl önce Dalaman – Göcek yolundan gitmiştim. Hem ilçenin çok büyümüş olmasından, hem de farklı bir yönden girmemizden ötürü, kasabayı tanıyamadım. Buradan hemen Ölüdeniz’e geçtik. Burada şaşkınlığım daha çok arttı. Son geldiğimde boş olan arazi, tamamen tatil köyleri ve tatil siteleri ile dolmuş hatta birde belediye olmuştu. Bir taraftan bakir kumsalların ve ormanların binalarla dolmasına, deniz kıyılarının tatil köyleri tarafından kapatılmasına üzülüyorsunuz, bir taraftan da turizmin gelişmesi ile yöre ve çevre insanlarının ve ülkenin ekonomik kalkınmasına seviniyorsunuz. Bu da bizim paradoksumuz. Ölüdeniz’den hemen pansiyonumuzun bulunduğu Faralya Köyüne geçtik. Köy, Ölüdeniz’e yaklaşık 10 dakika mesafede. Yol stabilize. Babadağ sinsilesinin denize dik yamaçlarında açılmış. Ölüdenizden deniz seviyesinde başlayarak yükselen bir yol. Bazı yerleri bir tarafı dağ bir tarafı derin uçurum denilen cinsten. Ne kadar tehlikeli ve korkutucu ise o kadar da muhteşem manzaralı. Bu güzel manzaraları seyretmek için yol kenarında mola veriyoruz. Faralya Köyü denizden 150-200 metre yükseklikte, Kelebekler vadisinin arkasında, vadiye tepeden bakan bir konumda. Evler birbirinden uzak ve dağınık vaziyette. Saymadım ama 20-25 haneyi geçmez. Zannedersem bütün evler pansiyonculuk yapıyor. Genellikle metruk vaziyette eski bir taş evin bitişiğinde veya yakınında ailenin oturduğu betondan yapılmış, çatısı beton teras şeklinde düzenlenmiş, onun üstüde malzeme veya asma ile kaplanmış evler. Metruk eski taş evler ahır, kümes, depo gibi amaçlar için kullanılıyor. Restore edilmiş evler de var. Mesela Wassermühle isimli pansiyon eski su değirmeni imiş. Restore edilerek turizme açılmış. Dış görünümü çok güzel. Bizim kalacağımız pansiyon yolun alt tarafında Kelebekler Vadisi tarafında. Adı George House. Yolu dar olduğu için otobüs inemiyor. Bizde bagajlarımızı alarak yokuş aşağı 50-60 m. yürüyoruz. Yukarıda anlattığım tarzda ailenin yaşadığı bir ev, yanında da pansiyon ve mutfak olarak kullandıkları beton bir bina. Çok büyük bir arazisi var.Ayrıca 10-12 tane ahşap bungalovu var. Sahibi Ragıp Amca sevimli bir ihtiyar. Oğulları, kızı , gelinleri torunlarıyla birlikte burayı işletiyor. Bu arada pansiyonun kel alaka isminin nerden geldiğini öğreniyoruz. Efendim, Ragıp Amca pansiyonculuğa başladığı yıllarda İngiliz mi, Amerikalı mı bir hanım pansiyonda kalıyormuş. Bu hanım ikide bir bizim Ragıp Amcaya “Ay sen benim Corc amcama ne kadar çok benziyosun” dermiş. Aynı Oskar Amca hikayesinde olduğu gibi Ragıp Amca’nın adı Corc kalmış. Dolayısıyla evide Corc Havsz olmuş. Hemen bungalovlarımıza yerleşiyoruz. 8-10 m2 büyüklüğünde 2 tane yer yatağı konulmuş, duvarda elbiselerinizi asabileceğiniz telden askısı var. Tuvalet ve duşlar müşterek. Geceleme koşulları asgari düzeyde de olsa Ceyda ve ben pansiyonu sevimli bulduk. Taşlık şeklindeki bahçesine yemek masaları konulmuş. Bir köşede sürekli tıkır tıkır kaynayan bir semaver. 24 saat çay ve neskafe hizmeti şirketten. Yürüyüş liderimiz Zati Erbaş saat 12.30 da toplanmak üzere bizleri serbest bıraktı. Ceyda ile bahçede dolaşmaya başladık. Zeytin, limon ağaçları, soğan, sarımsak,prasa, enginar ekilmiş bostanı, iri sarı ve beyaz papatyalar, kırmızı gelinciklerle bezenmiş bu büyük bahçe klebekler vadisini çevreleyen kayalık uçuruma kadar uzanıyordu. Üzerinde hala limonlar kalmış olan ağaçların çiçeklerinin kokusu insanın başını döndürüyor.Uçurumun kenarına geldiğimizde muhteşem bir manzara bizleri adeta büyüledi. Kelebekler Vadisini sizlere şöyle tarifleyim. Uzunlamasına yarım elips düşünün. Elipsin yay kısmı vadiyi dik bir duvar gibi çevreleyen yaklaşık 80-100 m. derinliğinde kayalıkları oluşturuyor. Yarım elips çemberinin güneye yani denize bakan düz çapı ise kumsalını. Yayın uc kısmından ise küçük bir çağlayan akıyor. Köy, yayın uç kısmını çevrelemiş. Bizim pansiyonda uçuruma  en yakın konumda. Maazallah insan düşse vadinin tabanında alır soluğu. Vadi saklı bir cennet gibi. Kayalıklar deniz kenarına kadar aynı yükseklikte devam ediyor. Ancak yakınına gelince bu güzelliği tam olarak görebiliyorsunuz. Arazinin ortasında eski bir taş ev, sahilde ahşap kerevet şeklinde bungalovlar, sağ tarafta kumsalın geriside ağaçlar içinde kır lokantası gibi bir mekan görülüyor. Bembeyaz kumsaldan sonra, önce cam göbeği mavisi, sonra yavaş yavaş laciverte dönen bir deniz. İnsanın deliler gibi koşup hemen içine atlayası geliyor. Biz bu güzelliği seyrederken yanımızdaki kamp alanına iki genç kız çadır kuruyor. Onlara kolay gelsin deyip çay içmek için taşlığa geri döndük.

Grup 12.30 da toplandı. Bugünkü programımız, Kayalıklardan vadiye inmek. Zati, iniş ile ilgili bilgi verdi, iniş güvenliği için dikkat etmemiz gereken kuralları anlattı. Sonra inişe başladık. Büyük çoğunluğu keçi yolu tabir edilen, bir tarafı sarp kaya, bir tarafı uçurum olan zik zak şeklinde patika yollar. 4 yerde halatla iniş var. Rehber olarak Ragıp Amcanın oğlu Hasan‘da bize katıldı. Hasan, çok canayakın, saygılı, yardımsever bir genç. Hepimiz onu çok sevdik. Özellikle halatla inişleri, Zati, Hasan ve kıdemli yürüyüşcü Arif Beyin gözetiminde, güvenli bir şekilde başardık. Zati’nin anlattığına göre kaya iniş ve tırmanışlarında, 3 nokta kuralı varmış. Eller ve ayakları ile tutan ve basan 4 organı olan insan, üç organla kayaya yapışıyor, 4. organını ise tutmak veya basmak için uzatıyor. Bunu yaparken de yüzünün muhakkak kayaya dönük olması gerekiyor. Ani dönüşler yapmamak gerekiyor. Çünkü sırt çantası bir yere çarpıp dengenizi bozabilir. Yol üzerindeki taşları oynatmamaya, aşağıya yuvarlanmasını önlemeye azami dikkat sarf etmeli, yuvarlama durumunda aşağıda yürüyenleri hemen uyarmalı. Bu altın kuraları iniş ve çıkış esnsında dikkatli bir şekilde uyguladık. İnen arkadaşlarımızı beklerken de bu güzel manzarayı doya doya seyrettik. Vadi düz bir arazi. Tarım yapılıyor. Yukardan gördüğüm evin yanından geçtik. Sanırım burada tarım yapan aile oturuyor. Yanılmıyorsam denize bakan cephesi beyaz badanalı, pencere pervazları mavi boyalı, Asma bir çardak, duvar kenarındada sediri var. Tam hayalimdeki bir ev.  Ancak bir yıl boyumca yaşanabilinir mi ? bilmem. Hızla deniz kıyısına yürüdük. Hemen soyunup denize daldık. Deniz suyu oldukca soğuk. Ancak zaman geçince birazda açılınca vücut alışıyor. Denizin dibi kayalık ve çakıllı. Bu nedenle bulanmıyor ve su çok berreak. 2 saatlik deniz ve güneş sefasından sonra geri dönüş başladı. Tırmanmayı daha küçük guruplar halinde yaptık. Tırmanma bana daha kolay geldi. Daha kısa bir sürede ( 40 dak. ) tepeye ulaştık. Duş falan faslından sonra ucurumun kenarında sofra gibi düz bir kayanın üzerinde oturarak akşam yemeğine kadar hem manzarayı seyrettik hemde lafladık.

Pansiyonun mutfağı vegeteryan. Bunu zaten yol kenarındaki tabelaların da yazmışlar. Bize de çok makul geldi. Biliyorsunuz, bölgede ağırlıklı olarak keçi eti yeniyor. Eğer mideniz alışık değilse ilk yiyiyşte mideniz bozulur, ishal olabilirsiniz. Yöresel sebze yemekleri  bizimde tercihimiz. Bizim grubun dışında pansiyonda kalan yabancı gençlerde vardı. Yemek için pansiyon binasının 2. katında bulunan büyük salona köy üsülü yer sofrası kurmuşlar. Ortada siniler, etrafında yer minderleri. Büyük porselen tabaklarla sininin ortasına konulan yemekleri herkes kaşıkla kendi tabağına yiyeceği kadar alıyor. Tabaklar boşaldıkca yenisini getiriyorlar. Köy usülü açık büfe. Aslında çok değişik, nostaljik. Bana çocukluk günlerimi hatırlattı. Ama ben, Ceyda, Ayça, Zuhal dışarda masalarda yemeyi tercih ettik. Bu yaşımızda bağdaş kurup oturmuş vaziyette yemek yemek zor geliyor. Sonra her yerim tutuluyor. Menü 4-5 çeşit sebze yemeği, pilav, erişte, salata ve ballı yoğurt. En ilginç olanı da benim araka veya sultaniye olarak bildiğim sebze yemeği. Belki yirmi yıldan beri yememiştim. Ankaralıların çok bilmediği bir sebze. Bu mevsimde çok kısa bir süre pazarlarda görülür. Daha çok Marmara ve Egeliler bilirler. Taze fasulyeye benzeyen bir bezelye türü. Masadakiler ben hariç taze fasulye zannetti. Ve hayatlarında hiç yememişler. Ben doya doya büyük bir iştahla yedim. Yemekleri ben beğendim. Zeytin yağı ile pişirilmiş. Lezzetli. Akşam yemeğinden sonra günü değerlendirme ve yarınki programı konuşma toplantısı yaptık. Toplantı sonrası hepimizin üzerinde yolculuğun ve günün yorgunluğu çökmüştü. Yarınki yürüyüşümü yarın yazmaya devam edeceğim.

22 NİSAN 2. GÜN; ANTİK LYKIA YOLU YÜRÜYÜŞÜ

Sabah kuvvetli bir rüzgar sesiyle uyandık. Rüzgar basit olarak inşa edilmiş bungalovumuzun tahta duvar aralarında içeri sızıyor, çatıdan rüzgarın o bildik uğultusu geliyor. Kalkıp dışarı çıktım. Gökyüzü beyazla koyu gri arasında değişik tonlarla bezenmiş, karmakarışık. Ancak rüzgar, bungalov içinde yarattığı etki kadar güçlü değil. Bana göre yağmurda yağmaz, belki biraz cisildeyebilir. Bu kanaatimin yarattığı olumlu duyguyla kahvaltıya gidiyorum. Ceyda her zaman olduğu gibi olaya kötümser yaklaşıyor. Ya şiddetli bir yağmura yakalanıp ıslanırsak, yanımıza şemsiye mi alsak? paniklemesinde !Ben de her zamanki gibi -bir şey olmaz, dert etme – havasındayım. En azından kahvaltı süresince bir şey olmadı. Kahvaltı yine akşam yemeğindeki gibi açık büfe, ev yapımı peynir, tereyağı, yoğurt, o yörenin zeytini, balı, kümesten yumurta, bahçedeki fırında tepsi içinde pişirilmiş taze ev ekmeği, domates, salatalık. Bahçede keyifli bir kahvaltı. Sonra keyif çayları, tiryakilere Türk Kahvesi. Kahvaltıdan sonra minibüsümüze biniyoruz. Önce Ölüdeniz’e , bir markette alışveriş. Ölüdeniz çıkışında, tepeye doğru tırmanırken 4-5 km. sonra yolun sağında aracımız bizi bırakıyor. Yamaçlarda inşa edilmiş adını hatırlayamadığım …… Resort Otellerin toprak yolundan yürüyor, sonra orman içine dalıyoruz. Biraz orman içinde yürüdükten sonra antik LYKIA yolunu buluyoruz.

Tarihi Lykia yolu, öğrendiğime göre Fethiye’den Antalya’ya kadar uzanan, antik Lykia kentlerini birbirine bağlıyan 509 km. uzunluğunda bir ticaret yolu imiş. 1999-2000 yılları arasında Kate Clow adında İngiliz bir hanım tarafından işaretlenmiş. Yol üzerindeki  belirli mesafelerde  büyük kaya parçalarını alta alta kırmızı beyaz renkte iki bant şeklinde yağlı boya ile işaretlemiş. Başka patikalarla kesişme noktalarında, girilmemesi gereken yollara da daire içimde X işareti koymuş. Onun sayesinde dünya bu yürüyüş yolunu tanımış. Dünyada ünlü 50 yürüyüş parkurları arasında 15. sırada imiş.  Kendisine minnettarım.Allah razı olsun.

Yol  Babadağ’ın eteklerine doğru yükselerek gidiyor. 27 kişilik grup yavaş yürüyoruz. Arada soluklanmak için verdiğimiz molalarda hem suyumuzu yudumluyor, hem de sağ tarafımızda denize doğru inen eşsiz orman ve Ölüdeniz manzaralarını büyük bir hayranlıkla seyrediyoruz. Hava bazen açıyor, güneş ışınları, bulutların arasında buldukları geçitlerden hüzmeler halinde denizi, toprağı aydınlatmaya çalışıyor. Bazen bulutlar öbek öbek manzarayı örtmeye çalışıyor. Ölüdenizi, civarındaki yarımada ve adaları, değişik yükseklik ve açılarda ve değişken hava şartlarında seyretmek bu kadar güzel olur. Bu güzellikleri cümleler kurarak anlatmak benim için o kadar zor ki, en iyisi siz gelin, gezginder.com da yayınlanan, Aynur ile Elvan’ın çektiği o güzel fotoğraflara bakın. Sonra bir düzlüğe geliyoruz. Yemyeşil çayırlar sarı ve beyaz papatyalar, gelincikler, mor renkli fiğ ile bezenmiş. İnsanın içini ferahlatan bir renk cümbüşü. Civarda birkaç tane yavrularını emziren keçiler. Fotoğraf çekerek ilerliyoruz. Sonra yarım kalmış villa veya tesis inşaatları. Eminim ki doğal sit alanında kaçak olarak başlamış, sonra durdurulmuş. Etrafa inşaat malzemeleri saçılmış, inşaat alanına açılan yollarla hem doğa, hem de ( tahminime göre ) antik yolumuz tahrip edilmiş. Bunca güzellikten sonra bu çirkinliğin yanından içimiz burkularak geçiyoruz. Maalesef bilinçsizce açılan orman içi ve köy yolları da yer yer Lykia yolunu tahrip etmiş. Şimdi bayır aşağı inmeye başladık. Karşımızda Babadağ’ın sarp kayalıkları bütün haşmetiyle yükseliyor. Kayalıkların bir bölümünde kayma olmuş gibi. Dağ gün ışığında gümüş gibi parlıyor. Düzlüğe indiğimizde buranın bir sel yatağı olduğunu anlıyoruz. Selin getirdiği toprak, kum, çakıl, yatakta bulunan ağaçların gövdelerini nerdeyse 1 m. doldurmuş. Sonra Kirme köyüne geldik. Köyün içinden geçerek Faralya köyüne yöneldik. Lykia yolu yığma taştan yapılmış bahçe duvarları arasından bayır aşağı devam ediyor. Köyün günlük hayatında kullanılan, dar, sel sularının bıraktığı moloz taşlarla dolu, patika bir yol. Saat 3 gibi Wassermühle pansiyonunun önünden geçerek Faralya köyüne ulaşıyoruz. Pansiyonda tıngırdayan semaverin önünde soluğu alıp demli çaylarımızı yudumluyoruz. Akşam üzeri biralarımızı alarak vadinin kenarındaki sofra şeklindeki kayanın üzerine toplanıyor, Eczacı Ömer ve Gürpınar beylerin hoş sohbetleri ile güneşin batışını büyük bir keyifle izliyoruz. Bizleri akşam yemeğine davet eden çıngırak sesi ile masalara yöneliyoruz. Akşam yemeği, dünkü gibi vejeteryan. Bahçeden topladığımız taze sarımsaklarla yemeğimiz daha bir lezzetli geliyor. Yemekten sonra yine günün değerlendirilmesi ve yarınki programı konuşmak üzere toplanıyoruz. Toplantıda Nuran Hanım’ın empati üzerine yaptığı söyleşi de hoşuma gitti. Sonra yine bahçede keyifli çay sohbetleri ve Soley’in o büyüleyici sesi ve yorumuyla söylediği şarkılar. Tabi benim de icra ettiğim “ Su-i Kağıthanede “ isimli klasik eser dinleyenler tarafından çok beğenildi !

23 NİSAN 3. GÜN ; KABAK KOYUNA YÜRÜYÜŞ

Bu gün Kabak Koyuna yürüyeceğiz. Düne nazaran daha kısa bir yürüyüş yapacağımız için akşamleyin başlama saatini 10.00 diye belirledik. Daha geç kalktık ve kahvaltıyı da rehavet içinde yaptık. Hava günlük güneşlik. Stabilize köy yolunda bir süre yürüdükten sonra kırmızı beyaz işaretli yolu bulduk. Bay Corc’da bize katılıyor.Dağlara doğru tırmanmaya başladık. Sol tarafımızda görkemli Babadağ sinsilesi, sağ tarafımızda  maviden laciverte tonlarda değişen deniz. Dünkü gibi rengarenk çiçeklerle kaplı yemyeşil çayırlar. Buraları için en güzel zaman nisan ayı herhalde. Kendimi cennette gibi hissediyorum. Saat 12 gibi Kabak Koyu tepesindeki şu anda ismini hatırlayamadığım köye varıyoruz. Bundan sonraki yürüyüşlerimde yanıma kalem ve not defteri alacağım. Çok dik bir yamaca dağınık bir şekilde plansız, alelacele yapılmış sevimsiz betonarme evler. Ama koyun görünüşü muhteşem. Yine GEZGİNDER’ deki resimlere bakın. Dik yamaçtan zikzaklar çizerek iniyoruz. Havada oldukça ısındı. Geniş bir kumsal. Kumsalın arkasında sedde şeklinde yükselen ağaçlıklı bir alan, içinde de boş ahşap bungolowlar, içinde basit eşyalar olan derme çatma bir kulübe, etraf bakımsız ve temiz değil. Alelacele soyunup kendimizi denize atıyoruz. Deniz Kelebekler Vadisinde olduğu gibi soğuk ama pırıl pırıl. Biraz yüzdükten sonra güneşleniyoruz ve yanımızda getirdiğimiz kumanya ile öğle yemeğimizi yiyoruz. Kumsalda gezinirken kumların ortasında taşlardan yapılmış bir daire dikkatimi çekiyor. Bunun, buraya gelen grupların meditasyon yaparken daire şklinde oturmak için kullanıldığını öğreniyorum.Ben ve Ceyda emekliyiz. Bizde vakit bol.Ama diğer arkadaşlarımız yarın Ankara’da işe yetişmek istiyorlar. Bu nedenle saat 14.30 da kalkıyoruz. İşin en zor tarafı o sıcakta dik yamacı tırmanmak. Kan ter içinde köye varıyoruz. Çok şükür minibüsümüz bizi bekliyor. Eşyalarımızı almak üzere tekrar pansiyona geliyoruz. Bana kalsa burada kalıp tatilimizi 2-3 gün daha uzatabilirdik. Ama Ceyda sudan bahanelerle dönmekte israr ediyor. Pansiyondakilerle vedalaşıp, günlük yaşantımıza dönmek üzere yola çıkıyoruz.

ELVEDA BU GÜZEL YÖRE. UMARIM TEKRAR GÖRÜŞÜRÜZ.

Bu güzel geziyi organize eden GEZGİNDER’e, Dernek Başkanı Minadiye’ye, Aynur’a, yürüyüşlerin teknik liderliğini yapan ve etkinliklerin sadece sağlık için yapılan bir yürüyüş değil, doğal yaşamdaki bütün ayrıntıların da farkına varmamızı sağlayan Zati’ye, kadim dostum dernek Genel Sekreteri Sefa’ya, seyahat boyunca güzel bir uyum gösteren bütün katılımcı arkadaşlarıma can-ı gönülden teşekkür ediyorum.

Hüseyin BOZKURT

Gezi Anıları

Yorum Bırakabilirsiniz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir